Patron çıldırdı... Türbin motorlara ECU (ya da FADEC) yapıyoruz...

Biz izleyiciler olarak bu işten bu kadar mutlu oluyorsak sanırım başaran kısmında olan Sumer hocamızın keyfine diyecek yok . İstek ve yetenek azimle birleşince sonuca mutlaka varılıyor . Herkesin eline emeğine sağlık . Keşke şu süreci bir Üni. de microprocessors dersinde veya şimdi belki iha dersleri falan vardır onlarda ders konusu olarak öğrenci arkadaşlara aktara bilseniz . 5-10 yıl sonra ne muhteşem işler çıkar ortaya .

Bu ilginç bir düşünce. Okuyunca biraz fikir yürüttüm.
Şimdi ben amatör halimle gidip bir üniversitede mikroişlemciler konusunda bir ders anlatacağım. :)
Hezarfen'e sık sık (özellikle yarışma dönemlerinde) üniversitelerin ekipleri geliyor. Otonom uçuş, görev uçuşu vs için çalışmalar yapıyorlar. Kimse kusura bakmasın ama günümüz gençleri kendi akıllarını o kadar beğeniyor ki, kimseden bir şeyler öğrenme heveslisi değiller. En büyük hedefleri en kısa yoldan istenilen görevi halledip, imkan varsa dereceye girmek. Hazır ürünler, hazır yazılımlar, en iyi ihtimalle hazır kütüphaneler ile mikrokontrolör kullanıyorlar.
Büyük çoğunluk derinlemesine bilgiyi anlamsız buluyor, hor görüyor, bir şeyi derinlemesine anlamak isteyenle dalga geçiyor. Ayrıca kalıplar içinde kalmaya programlandıkları için yeni ve sıradışı bir şey yapmaları çok zor. Tabii arada bu kalıpları kırabilen, öğrenme ve anlamaya meraklı azınlığı ayrı tutuyorum.
Biz bu ECU işine girişirken ben bir planlama yapmış ve ilk aşamada mikrodenetleyici olarak Atmega328 kullanmaya karar vermiştim. Bunun en önemli nedeni, Atmega328'i oldukça iyi tanıyor olmamdı. Oturup gerekli özellikleri kontrol ettiğimde de yeteceğini düşündüm. Hazırladığım devrede Atmega328'in boş bacağı kalmadı! Kod ise şu anda 1.50 versiyonda ve işlemci kaynaklarının % 80'ini kullanıyor. Ben tüm bu şeyler üzerine kafa patlatıp planlama yaparken bir arkadaşım o işlemciyle bu işin asla olamayacağını, daha güçlü bir altyapı gerektiğini, boşa kürek çektiğimi söylemişti. Sükûnetimi koruyarak kendisine hangi gerekçelerle Atmega328'in yetersiz kalacağını düşündüğünü ve yerine ne önerdiğini sordum. Tatmin edici bir yanıt alamadım. Halbuki soruş amacımı ona da anlatmıştım. Demiştim ki "eğer bu işlemcinin yetersizliği konusunda beni ikna edersen hiç bu zahmete girmeyeceğim, farklı bir yol izleyeceğim, o nedenle önerilerin çok değerli". Ama öneri alamamıştım. "Senin bu konuda bir deneyimin varsa ana hatlarıyla paylaşır mısın" dediğimde de aslında sadece düşünce bazında bir ECU oluşturma fikrinin olduğunu ama daha ileri gitmemiş olduğunu görmüştüm. Bir başka örnek daha vereyim... Yine bizim ECU geliştirme grubundaki bir arkadaş, propan solenoidi kontrolü ile ilgili sıkıntılarımı aslında çok kolay bir şekilde çözebileceğimi anlattı geçen gün. Kısaca açıklayayım, propan debisini kontrol edebilmek için valfin hızlı bir şekilde açılıp kapatılması (yani PWM uygulaması) gerekli. Ama klasik PWM sinyali elektromıknatıs içeren solenoid için fazlaca hızlı kalıyor. Bu arkadaş çok basit (!) bir kodla sorunu çözmüş. Örneğin valfi açıyor, delay() kullanıyor ve sonra valfi kapatıyor. Kendisine ECU gibi karmaşık bir sistemde delay() gibi işlemciyi tamamen bloke eden bir komut kullanılamayacağını, eğer kullanılırsa o esnada kontrolü gereken diğer parametrelerin kontrolünün mümkün olamayacağını ne yazık ki anlatamadım. "Ben denedim çok iyi çalıştı" dedi. Denediği ise sadece solenoid valf olan bir sistemdi. Yani bir ECU değil.
Kısaca insanların algısı ve bakış açıları çok ilginç farklılıklar gösterebiliyor. Kendi bildiklerinin daha doğrusu bildiklerini sandıklarının dışına çıkmaları neredeyse imkansız ve yanlış da olsa kendi kafalarındakileri ölümüne savunma eğilimindeler.
İşte tüm bu nedenlerle, bir üniversitede değil de belki bir ilkokulda ders anlatmayı tercih ederdim... Ağaç ancak yaşken eğilebiliyor...
 
günümüz gençleri kendi akıllarını o kadar beğeniyor ki, kimseden bir şeyler öğrenme heveslisi değiller.
Beğenmek çok mütevazi olmuş Sümer abi, sorgulanmaz gerçekler onlar. :lollol:

Geçenlerde neden böyle oluyor diye düşünürken fazla uzağa gitmeme gerek kalmadı. Eşimin sesini duydum içeriden bizim eşek sıpasını " Mükemmelsin, bravo...... " diyerek alkışlıyordu. " Hayırdır ne oldu ???" dedim. " Kendi başına çişini yaptı. " dedi. :eek:

Kendi başına çişini yapabilen mükemmel oluyor, alkışlanıyorsa gerisini sen düşün artık. :laugh::lol:

Ver coşkuyu ver coşkuyu bakalım ne olacak böyle, hep birlikte göreceğiz... :rolleyes:
 
Beğenmek çok mütevazi olmuş Sümer abi, sorgulanmaz gerçekler onlar. :lollol:

Geçenlerde neden böyle oluyor diye düşünürken fazla uzağa gitmeme gerek kalmadı. Eşimin sesini duydum içeriden bizim eşek sıpasını " Mükemmelsin, bravo...... " diyerek alkışlıyordu. " Hayırdır ne oldu ???" dedim. " Kendi başına çişini yaptı. " dedi. :eek:

Kendi başına çişini yapabilen mükemmel oluyor, alkışlanıyorsa gerisini sen düşün artık. :laugh::lol:

Ver coşkuyu ver coşkuyu bakalım ne olacak böyle, hep birlikte göreceğiz... :rolleyes:
Bak ben sana bilimsel bir veriden söz edeyim. Bu dünyada en tehlikeli canlı türü "erkek çocuk annesidir"!!! Benim annem dahil! :)
Kocasının evde en ufak bir konuda yardım etmediğinden şikayet ederken, oğlunun elini sıcak sudan soğuk suya sokturmayıp aynı modelden bir tane daha yetiştirir ve onun ileride "gelin" adı verilen körolasıca yaratığa aynı şeyleri yaptığını görerek mutlu olur...
 
@Sümer Hocam : Sizin tecrübenizdeki biri için bizim gibi "henüz idrak etmeye" başlamış kişilerin pek fazla katkıda bulunması mümkün değil ve fakat işin içinde başarılmış bir durum var . Doğal olarak siz itiraz edenin karşısına çıkıp ;
hayır ! " başarılmışı var " ahada burda
deme hakkına sahipsiniz. Ayrıca evet çıkacaksınız ve anlatacaksınız . Sizi " bildiklerini ve anlattıklarını " zanneden kişilerden çok daha önemli yapan hali hazırda yaptığınız ve başardığınız iş .
Tabi sizinde özellikle vurguladığınız eğitim meselesinin , işin temelinde değiştirilip alt yapı oluşturulması en önemli nokta . Yinede ben her zaman biraz daha öğrenme biraz daha araştırma hevesli birisi olarak size öğrenme heveslisi olan herkes adına teşekkür ederim .
 
  • Beğen
Tepkiler: Ömer Erkan
@Sümer Hocam : Sizin tecrübenizdeki biri için bizim gibi "henüz idrak etmeye" başlamış kişilerin pek fazla katkıda bulunması mümkün değil ve fakat işin içinde başarılmış bir durum var . Doğal olarak siz itiraz edenin karşısına çıkıp ;
hayır ! " başarılmışı var " ahada burda
deme hakkına sahipsiniz. Ayrıca evet çıkacaksınız ve anlatacaksınız . Sizi " bildiklerini ve anlattıklarını " zanneden kişilerden çok daha önemli yapan hali hazırda yaptığınız ve başardığınız iş .
Tabi sizinde özellikle vurguladığınız eğitim meselesinin , işin temelinde değiştirilip alt yapı oluşturulması en önemli nokta . Yinede ben her zaman biraz daha öğrenme biraz daha araştırma hevesli birisi olarak size öğrenme heveslisi olan herkes adına teşekkür ederim .
Ben teşekkür ederim. :D
Çıktım anlattım zaten. Al işte bu böyle olur dedim o arkadaşa. :D
 
  • Beğen
Tepkiler: Özgür Öztürk
Sümer Abi’nin bir üniversiteye gidip bunları anlatması zaman kaybından başka birşey değildir, ama, evet bence de gitmelidir :)

Bu yukardaki cümleyi tamamen kendi tecrübelerimden yaptığım çıkarımlarla yazdım :)

Nasıl mı, hemen anlatayım...

Ben Sümer abi gibi akademisyen değilim, ama bir şekilde üniversiteden de kopmadım, mesleğimi dışarda "pratikte" icra ederken bir yandan da önce yüksek lisans sonra da doktora eğitimim için Üniversite ile (İTÜ) her daim temasta kaldım. Dahası hem bizim dönemimizdeki hocalarımızla hem de benim sınıf arkadaşlarımdan akademisyenliği tercih edenler ile sürekli de temas ve ortak çalışma halindeydim. Bir gün benim uzmanlık alanımla ilgili bir lisans dersini veren (zamanında benim de o dersteki hocam olan) hocamızla sohbet ederken, bu konuda benim "sahada" edindiğim tecrübeleri bu dersi alan yeni öğrenciler ile paylaşma fikrini tartıştık. Fikir benim çok hoşuma gitti, zira kendimi düşündüm, "ben o dersi alırken "adamın biri" çıkıp gelse, öğrendiğimiz (veya öğrenmeye çalıştığımız) konuların gerçek hayatta ne şekilde yapıldığını, kullanıldığını vs bolca görsel ve videolarla destekli olarak anlatsa benim için çok güzel ve faydalı olurdu" dedim. Ufak bir bilgi ekleyeyim, bu bahsettiğimiz dersin konusu ve haliyle uygulaması çoğunlukla suyun altında gerçekleşiyor, yani normal gözlerden uzak, ama benim elimde bizzat kendi dalışlarımda elde ettiğimiz su altı videoları da var idi, yani normalde asla görülemeyecek bir şeyi de öğrencilere sunma imkanım vardı. Hocamız da bu fikre sıcak bakınca gerekli ayarlamaları yaptık ve o seneden itibaren (sanırım 2006 veya 2007 idi) 2015 yılında bu taraflara taşınana kadar istisnasız her sene bu dersin bir veya iki haftalık kısmı benim için ayrıldı ve gidip gelecekte meslektaşım olarak göreceğim gençlere içtenlikle tecrübelerimi aktarmaya çalıştım, ve özellikle le kitabi bilgilere değinmeden, tamamen görseller ve gerçekte karşılaşılan problemler ve çözümleri üzerine odaklı içeriklerle. Yıllar içerisinde bu uygulamayı gören diğer akademisyen arkadaşlarım ve hocalarım da yine öyle veya böyle tecrübem olan bazı diğer alanlarda da benden benzer derselere "misafir" olarak girmemi istediler ve seve seve kabul ettim, son noktada iki lisans iki de lisansüstü dersine giriyor halde buldum kendimi :D

Şimdi gelelim işin çarpıcı boyutuna, bunca yıl bu girdiğim derslerde öğrenci profilini de yakınen gözlemleme şansına sahip oldum ve malesef yıllar içerisinde ilgi ve alakada gözle görülür bir düşme tespit ettim. İlk senelerde ortalama 20 kişilik sınıfta 10 kişinin oalyla hiç alakası olmazdı, diğer 10 kişi dinlerdi, içlerinden de 3-4 tanesi can alıcı sorular sorarlardı (ilgiyle dinlemenin ve üzerine kafa yormanın en güzel kanıtıdır). Son bir iki senede ise oranlar daha çok 10 kişi hiç ilgi alaka olmaksızın sınıfta bulunmakla kalmayıp dahası dersi de sabote edecek davranışlar sergilerken, geri kalanlardan 6-7 kişi uyumak ya da kendi halinde zaman geçirmek derdinde, kalan 3-4 kişi de dinliyor gibi görünmekle birlikte özünde sadece gözleri açık uyuyor halindelerdi. genelde en fazla bir veya iki kişi gerçekten dinleyip katılım sağlıyordu. Hatta son sene daha önce hiç yapmadığım birşey yapıp sınıftan adam kovmak zorunda bile kalmıştım.

Bu anlattıklarımda bir önemli nokta da bu dersin aslında "seçmeli ders" olmasıydı. yani oradaki öğrenciler aslında bu dersi "seçerek" almışlardı, eh madem seçtiler, madem adamın biri dışardan onca iş yoğunluğu arasında gelip birşeyler aktarmaya çalışıyor neden dinlemiyorlar? Cevap basit, evet bu ders seçmeli ama bu çocuklar bırakın o dersi aslında okudukları, diplomasını alıp meslekleri olarak icra edecekleri o bölümü bile gerçek anlamda "seçmediler" ki... Sistemin getirdiği bu sorunun üzerine bir de günümüzün genel problemi olan "herşeyin kolay elde edilmesi (ya da ilüzyonu)" eklenince zaten bildiğimiz, önceki mesajlarda da yazılan tabloya ulaşıyoruz.

Bu tecrübem Sümer Abinin elektronik mavzusundan biraz daha farklı, benim o öğrencilere aktarmaya çalıştığım bilgi ve tecrübeler aslında kolay kolay "google"lanarak ulaşılabilecek bilgiler de değil. Belki bazı görsellere ulaşmak mümkün olabilirdi ama özellikle o zamanlarda nette tek satır bilgi olan birşey değildi bu konular. Hele hele konuya odaklı su altı videoları bulmak tamamen imkansız bir şeydi. Sümer abimizin konusuna gelirsek, kendisini şahsen tanıyorum, düşünme öğrenme algoritmalarını ve bu iş için ne kadar vakit ve emek harcadığını gayet iyi biliyorum bilmediklerimi de tahmin ediyorum. Ama kullandığı "hammadde" aslında herkesin ulaşabileceği şeyler (@Sumer Yamaner yanlışım olursa düzelt lütfen abim) önemli olan o hammaddeyi işleyerek ürüne dönüştürecek olan sistemin makinaları: okumak, düşünmek, denemek, hata yapmak, daha çok okumak, daha çok düşünmek, tekrar denemek, başarana kadar pes etmeden bu döngüyü devam ettirmek. Malesef günümüz gençlerinin çoğunda (çok şükür ki hepsinde değil :thumbup:) bu mekanizmanın tam olarak sonuna kadar çalışması için gereken ilgi ve sabır yok. Buna bir örnek daha vereyim, benim yukarda anlattığım üniversite örneğinin yaşandığı yıllarda eşim de kendi alanında (insan kaynakları) üniversitelerin "kariyer günleri" etkinliklerine katılıyordu. Öğrencilerden gelen soruların önemli bir kısmı "bilmem kaç sene içinde (oldukça kısa süreler) müdür olabilir miyim?" şeklinde diye anlatıyordu. Yahu arkadaş, bir otur, önce işi bir öğren iyice ki ilerde o işi yapacak adamları yönetebilecek duruma gel, sonra da yöneticiliği öğrenmen gerekli ki bunlar öyle 3-4 senede olacak şeyler mi :)

Gelelim bunca kafa ütülemeye niye girdiğime :)

Keşke şu süreci bir Üni. de microprocessors dersinde veya şimdi belki iha dersleri falan vardır onlarda ders konusu olarak öğrenci arkadaşlara aktara bilseniz . 5-10 yıl sonra ne muhteşem işler çıkar ortaya .

Özgür Bey, özünde sizinle tamamen aynı fikirdeyim (hala pes etmedim :D), ama yukarda kendi tecrübemi yazdım, bunla birlikte düşününce, üniversitede microprosessör elektronik veya ne bileyim İHA gibi bir dalda okuyan bir öğrenci, eğer ilgisi ve isteği varsa bizim Sümer Abimizin yaptığı şeylerin mislini zaten gayet güzel bir şekilde başarır, zira o öğrencinin bahsettiğim "hammaddeye" erişimi çok daha kolay olabilecektir, iş geri kalan mekanizmada. Ha eğer ki o öğrencilerin, benim tecrübemdeki çoğunlukta olduğu gibi, olayla (birşeyler öğrenmek ve üretmek) ilgili bir ilgi alaka ve istekleri yoksa, Sümer abi 7/24 onlara ders anlatsa ne faydası olur... İşte bu yüzden yazımın başında "Sümer Abi’nin bir üniversiteye gidip bunları anlatması zaman kaybından başka birşey değildir" diye bir ifadeyle söze girdim. Öte yandan, hemen arkasından kendimle çelişkiye düşerek "evet bence de gitmelidir" diye de ekledim (Sümer abinin kendi öğrencileri ona yetiyordur muhtemelen ama :D ) . Zira ben pes etmedim, çoğu zaman emeklerimin boşa gittiğini, yaptığımın zaman kaybından başka birşey olmadığını hissetsem de, yılda yada iki yılda bir çıkan bir tek öğrencinin bile o gün o derste anlattığım şeylerden ufacık da olsa bir ilham alıp harekete geçtiğini, o yolda ilerleyip başarılı olmak için çaba gösterdiğini görmek tüm bu düşünceleri silip atıyor. Yanlış anlaşılmasın, o gençler zaten içerince bunu başarabilecek potansiyele sahip oluyorlar, ama söyleyeceğiniz tek bir kelime, anlatacağınız tek bir örnek bile bu potansiyelin harekete geçmesini sağlayabiliyor. İşte bu yüzden ben hala pes etmedim. Burada bile (biraz farklı bir şekilde de olsa) İTÜ'de başladığım bu geleneğimi farklı milletlerden öğrencilerle devam ettirmeye çalışıyorum.

Bunca laf salatasının üzerine güzel bir salata sosu dökerek yazımı tamamlayayım :)

Yarım yamalak arapçamla bir kelime yazayım : "طالب" okunuşu "talib" , bizlere de pek yabancı bir kelime değil, talip ve talebe olarak iki anlamda dilimize girmiş bir kelime. Arapçada da aynı bizdeki gibi iki anlamı var (muhtemelen daha fazladır da bu ikisi önemli şu aşamada) birisi "öğrenci" (talebe) diğeri de en basit anlamıyla "istemek" (talip olmak) ama aslında peşinden koşmak, kovalamak gibi daha derin anlam da taşıyan bir kelime. Normalde Türkçe kelimelerin yerine yabancı kelimlelerin kullanılmasını savunmam, ama adamların "öğrenci" için kullandıkları kelime bizimkinden çok daha iyi değil mi? Bizim kelimemiz, bence, özünde edilgen bir anlam taşıyor, öğrenme işini yapan kişi, birisi öğretecek ki adam öğrensin, oturduğu yerden... Öte yandan talebe kelimesinin içinde talip olmak, istemek, peşinden koşmak gibi çok daha etkin bir anlam var. Öğrenmek istemeyen, ilgisi olmayan bir öğrenciye birşey öğretebilmiş (kalıcı ve sürekliliği olacak bir şekilde) bir öğretmen varsa bildiğiniz lütfen söyleyin :)

Sabah sabah vermiş olduğum geçici rahatsızlık için özür diler kenara çekilirim (sanırım yeni proje lazım bana :lol:).

:saygilar:
 
Son düzenleme:
Valla çok güzel anlatmışsın. Öğrenme önce merak etme sonra da bilgiyi talep etmeyle mümkün. Talep etmeyene zorla öğretemezsin.
Benim bir iddiam var. Gidip herhangi bir tıp fakültesinin üçüncü sınıf öğrencilerine "hadi artık okumayın, diplomanızı hemen veriyoruz" desek çoğunluk kabul eder. Çünkü derdimiz öğrenmek değil belgeyi almak.
 
Öğrencilerden gelen soruların önemli bir kısmı "bilmem kaç sene içinde (oldukça kısa süreler) müdür olabilir miyim?" şeklinde diye anlatıyordu. Yahu arkadaş, bir otur, önce işi bir öğren iyice ki ilerde o işi yapacak adamları yönetebilecek duruma gel, sonra da yöneticiliği öğrenmen gerekli ki bunlar öyle 3-4 senede olacak şeyler mi :)
Burada gençleri yanlış yönlendiren, hatta kötü niyetli düşündüğümde bilinçli olarak kurgulanmış bir tuzak var bence. :( İnsanın zaafiyetlerinden faydalanan ve her zaman işe yarayacak bir tuzak " Yönetici olmak için teknik bilgi sahibi olmaya gerek yoktur !!! "

Çok kolay sahiplenilecek bir slogan gibi gelmiyor mu size de ? Hatta fazla iyi :rolleyes: Konu hakkında hiçbirşey bilmiyorsun, hiç tecrüben yok, eski tabirle dirsek çürütmemişsin ama bu çok kısa zamanda genç yaşta müdür olmana bir engel değil. Yupppiiiiiiiii döndük köşeyi. :yuppi: :hoppa: :halay:

Bu furya benim lise dönemlerimdi sanırım Türkiye'yi kasıp kavurmuştu. 100 öğrenciden 95 tanesi işletme bölümü hayalleri kuruyordu. Bende üniversite sınavlarına hazırlanma dönemine yaklaşıyordum o zamanlarda. Abilerime hangi bölümü yazacaksın diye sorduğumda gururla " İşletme yazacağım " diyorlardı. Peki neden ??? Cevap veriliyordu " Yönetici olacağım :coolxf: "

İki soru hep kafamı kurcalamıştır. Birincisi Türkiye'nin bu kadar çok yöneticiye ihtiyacı mı vardı ? İkincisi hiçbir teknik bilgisi ve tecrübesi olmayan bir yönetici gerçekte ne kadar başarılı olabilecekti ? Bütçeleri yönetecek bu yöneticiler acaba parayı çarcur etmeden, doğru ve verimli kullanabilecekler miydi ? :rolleyes: Kafada deli sorular yani anlayacağınız. ;D

Özellikle işletme bölüm okumuş arkadaşlarım elbette benimle birçok konuda aynı fikirde olmayacaklar. Çok doğal birşey, saygı duyuyorum. :saygilar:
 
Son düzenleme:
Bizim zamanımıza gelirken de yeni hitler çıktı Türker abi :)

En babası "Endüstri Mühendisliği" idi. İlk patladığında bayağı kafaya oynamış, Elektrik Elektronik Mühendisliği ile kapışmıştı. Her temel mühendislikten biraz biraz bilecek, disiplinler arası bir köprü olacak, "yönetici mühendisler" yetiştirecekti. Ortak dersleri vardı, biraz mekanik, biraz elektrik, biraz işletme vs vs...

Sonraları puanları geriye esneyerek Makine Müh. seviyelerine yerleşti. Yani o zamanlar kabaca Bilg ve Elk Müh üstte, End ve Mak biraz geride, İnş ve Kimya da takipte şeklinde bir sıralama vardı. Mimarlık da kabaca End ile Elk arasında, End ye yakın bir yerlerdeydi.

Günümüzde üretim odaklı fabrikalar için konuşmam gerekirse, Üretim Planlama ve Koordinasyon, Kalite Kontrol gibi birimlerde çalışıyorlar. 5S, Kaizen, Endüstri 4.0 5.0 gibi ilgi alanları var.

Tabii başka hitler de oldu lokal bazda... Mekatronik Müh ve Moleküler Biyoloji Genetik gibi...


Tabii bu bölümlerde okuyan arkadaşlardan da itirazlar gelebilir. Aynı senin gibi doğal karşılıyor, saygı duyuyorum :)
 
Temel nokta "kısayol kurnazlığı" bence. Sizler bu gelişmeleri yaşarken tıpta da benzerleri oldu. Eskiden bir plastik cerrah ya da bir kalp damar cerrahı olmadan önce mutlaka genel cerrah olurdunuz. Üzerine ek olarak bu istediğiniz branşın eğitimini alırdınız. Sonra işler değişti. Doğrudan plastik cerrah olabiliyorsunuz. Temel cerrahi nosyonunu da (güya) rotasyonlar ile elde ediyorsunuz (ve asla olmuyor). Ama önemli olan o lisansı bir an önce elde etmek olunca kimsenin bir itirazı da olmuyor.
Ben dört yıllık cerrahi uzmanlık eğitimimi yasal maksimum süresi olan 5.5 yılda bitirmiştim. Sanırım biraz geri zekalı ve yeteneksizdim... :p
 
Son düzenleme:
Sümer Abi’nin bir üniversiteye gidip bunları anlatması zaman kaybından başka birşey değildir, ama, evet bence de gitmelidir :)

Bu yukardaki cümleyi tamamen kendi tecrübelerimden yaptığım çıkarımlarla yazdım :)

Nasıl mı, hemen anlatayım...

Ben Sümer abi gibi akademisyen değilim, ama bir şekilde üniversiteden de kopmadım, mesleğimi dışarda "pratikte" icra ederken bir yandan da önce yüksek lisans sonra da doktora eğitimim için Üniversite ile (İTÜ) her daim temasta kaldım. Dahası hem bizim dönemimizdeki hocalarımızla hem de benim sınıf arkadaşlarımdan akademisyenliği tercih edenler ile sürekli de temas ve ortak çalışma halindeydim. Bir gün benim uzmanlık alanımla ilgili bir lisans dersini veren (zamanında benim de o dersteki hocam olan) hocamızla sohbet ederken, bu konuda benim "sahada" edindiğim tecrübeleri bu dersi alan yeni öğrenciler ile paylaşma fikrini tartıştık. Fikir benim çok hoşuma gitti, zira kendimi düşündüm, "ben o dersi alırken "adamın biri" çıkıp gelse, öğrendiğimiz (veya öğrenmeye çalıştığımız) konuların gerçek hayatta ne şekilde yapıldığını, kullanıldığını vs bolca görsel ve videolarla destekli olarak anlatsa benim için çok güzel ve faydalı olurdu" dedim. Ufak bir bilgi ekleyeyim, bu bahsettiğimiz dersin konusu ve haliyle uygulaması çoğunlukla suyun altında gerçekleşiyor, yani normal gözlerden uzak, ama benim elimde bizzat kendi dalışlarımda elde ettiğimiz su altı videoları da var idi, yani normalde asla görülemeyecek bir şeyi de öğrencilere sunma imkanım vardı. Hocamız da bu fikre sıcak bakınca gerekli ayarlamaları yaptık ve o seneden itibaren (sanırım 2006 veya 2007 idi) 2015 yılında bu taraflara taşınana kadar istisnasız her sene bu dersin bir veya iki haftalık kısmı benim için ayrıldı ve gidip gelecekte meslektaşım olarak göreceğim gençlere içtenlikle tecrübelerimi aktarmaya çalıştım, ve özellikle le kitabi bilgilere değinmeden, tamamen görseller ve gerçekte karşılaşılan problemler ve çözümleri üzerine odaklı içeriklerle. Yıllar içerisinde bu uygulamayı gören diğer akademisyen arkadaşlarım ve hocalarım da yine öyle veya böyle tecrübem olan bazı diğer alanlarda da benden benzer derselere "misafir" olarak girmemi istediler ve seve seve kabul ettim, son noktada iki lisans iki de lisansüstü dersine giriyor halde buldum kendimi :D

Şimdi gelelim işin çarpıcı boyutuna, bunca yıl bu girdiğim derslerde öğrenci profilini de yakınen gözlemleme şansına sahip oldum ve malesef yıllar içerisinde ilgi ve alakada gözle görülür bir düşme tespit ettim. İlk senelerde ortalama 20 kişilik sınıfta 10 kişinin oalyla hiç alakası olmazdı, diğer 10 kişi dinlerdi, içlerinden de 3-4 tanesi can alıcı sorular sorarlardı (ilgiyle dinlemenin ve üzerine kafa yormanın en güzel kanıtıdır). Son bir iki senede ise oranlar daha çok 10 kişi hiç ilgi alaka olmaksızın sınıfta bulunmakla kalmayıp dahası dersi de sabote edecek davranışlar sergilerken, geri kalanlardan 6-7 kişi uyumak ya da kendi halinde zaman geçirmek derdinde, kalan 3-4 kişi de dinliyor gibi görünmekle birlikte özünde sadece gözleri açık uyuyor halindelerdi. genelde en fazla bir veya iki kişi gerçekten dinleyip katılım sağlıyordu. Hatta son sene daha önce hiç yapmadığım birşey yapıp sınıftan adam kovmak zorunda bile kalmıştım.

Bu anlattıklarımda bir önemli nokta da bu dersin aslında "seçmeli ders" olmasıydı. yani oradaki öğrenciler aslında bu dersi "seçerek" almışlardı, eh madem seçtiler, madem adamın biri dışardan onca iş yoğunluğu arasında gelip birşeyler aktarmaya çalışıyor neden dinlemiyorlar? Cevap basit, evet bu ders seçmeli ama bu çocuklar bırakın o dersi aslında okudukları, diplomasını alıp meslekleri olarak icra edecekleri o bölümü bile gerçek anlamda "seçmediler" ki... Sistemin getirdiği bu sorunun üzerine bir de günümüzün genel problemi olan "herşeyin kolay elde edilmesi (ya da ilüzyonu)" eklenince zaten bildiğimiz, önceki mesajlarda da yazılan tabloya ulaşıyoruz.

Bu tecrübem Sümer Abinin elektronik mavzusundan biraz daha farklı, benim o öğrencilere aktarmaya çalıştığım bilgi ve tecrübeler aslında kolay kolay "google"lanarak ulaşılabilecek bilgiler de değil. Belki bazı görsellere ulaşmak mümkün olabilirdi ama özellikle o zamanlarda nette tek satır bilgi olan birşey değildi bu konular. Hele hele konuya odaklı su altı videoları bulmak tamamen imkansız bir şeydi. Sümer abimizin konusuna gelirsek, kendisini şahsen tanıyorum, düşünme öğrenme algoritmalarını ve bu iş için ne kadar vakit ve emek harcadığını gayet iyi biliyorum bilmediklerimi de tahmin ediyorum. Ama kullandığı "hammadde" aslında herkesin ulaşabileceği şeyler (@Sumer Yamaner yanlışım olursa düzelt lütfen abim) önemli olan o hammaddeyi işleyerek ürüne dönüştürecek olan sistemin makinaları: okumak, düşünmek, denemek, hata yapmak, daha çok okumak, daha çok düşünmek, tekrar denemek, başarana kadar pes etmeden bu döngüyü devam ettirmek. Malesef günümüz gençlerinin çoğunda (çok şükür ki hepsinde değil :thumbup:) bu mekanizmanın tam olarak sonuna kadar çalışması için gereken ilgi ve sabır yok. Buna bir örnek daha vereyim, benim yukarda anlattığım üniversite örneğinin yaşandığı yıllarda eşim de kendi alanında (insan kaynakları) üniversitelerin "kariyer günleri" etkinliklerine katılıyordu. Öğrencilerden gelen soruların önemli bir kısmı "bilmem kaç sene içinde (oldukça kısa süreler) müdür olabilir miyim?" şeklinde diye anlatıyordu. Yahu arkadaş, bir otur, önce işi bir öğren iyice ki ilerde o işi yapacak adamları yönetebilecek duruma gel, sonra da yöneticiliği öğrenmen gerekli ki bunlar öyle 3-4 senede olacak şeyler mi :)

Gelelim bunca kafa ütülemeye niye girdiğime :)



Özgür Bey, özünde sizinle tamamen aynı fikirdeyim (hala pes etmedim :D), ama yukarda kendi tecrübemi yazdım, bunla birlikte düşününce, üniversitede microprosessör elektronik veya ne bileyim İHA gibi bir dalda okuyan bir öğrenci, eğer ilgisi ve isteği varsa bizim Sümer Abimizin yaptığı şeylerin mislini zaten gayet güzel bir şekilde başarır, zira o öğrencinin bahsettiğim "hammaddeye" erişimi çok daha kolay olabilecektir, iş geri kalan mekanizmada. Ha eğer ki o öğrencilerin, benim tecrübemdeki çoğunlukta olduğu gibi, olayla (birşeyler öğrenmek ve üretmek) ilgili bir ilgi alaka ve istekleri yoksa, Sümer abi 7/24 onlara ders anlatsa ne faydası olur... İşte bu yüzden yazımın başında "Sümer Abi’nin bir üniversiteye gidip bunları anlatması zaman kaybından başka birşey değildir" diye bir ifadeyle söze girdim. Öte yandan, hemen arkasından kendimle çelişkiye düşerek "evet bence de gitmelidir" diye de ekledim (Sümer abinin kendi öğrencileri ona yetiyordur muhtemelen ama :D ) . Zira ben pes etmedim, çoğu zaman emeklerimin boşa gittiğini, yaptığımın zaman kaybından başka birşey olmadığını hissetsem de, yılda yada iki yılda bir çıkan bir tek öğrencinin bile o gün o derste anlattığım şeylerden ufacık da olsa bir ilham alıp harekete geçtiğini, o yolda ilerleyip başarılı olmak için çaba gösterdiğini görmek tüm bu düşünceleri silip atıyor. Yanlış anlaşılmasın, o gençler zaten içerince bunu başarabilecek potansiyele sahip oluyorlar, ama söyleyeceğiniz tek bir kelime, anlatacağınız tek bir örnek bile bu potansiyelin harekete geçmesini sağlayabiliyor. İşte bu yüzden ben hala pes etmedim. Burada bile (biraz farklı bir şekilde de olsa) İTÜ'de başladığım bu geleneğimi farklı milletlerden öğrencilerle devam ettirmeye çalışıyorum.

Bunca laf salatasının üzerine güzel bir salata sosu dökerek yazımı tamamlayayım :)

Yarım yamalak arapçamla bir kelime yazayım : "طالب" okunuşu "talib" , bizlere de pek yabancı bir kelime değil, talip ve talebe olarak iki anlamda dilimize girmiş bir kelime. Arapçada da aynı bizdeki gibi iki anlamı var (muhtemelen daha fazladır da bu ikisi önemli şu aşamada) birisi "öğrenci" (talebe) diğeri de en basit anlamıyla "istemek" (talip olmak) ama aslında peşinden koşmak, kovalamak gibi daha derin anlam da taşıyan bir kelime. Normalde Türkçe kelimelerin yerine yabancı kelimlelerin kullanılmasını savunmam, ama adamların "öğrenci" için kullandıkları kelime bizimkinden çok daha iyi değil mi? Bizim kelimemiz, bence, özünde edilgen bir anlam taşıyor, öğrenme işini yapan kişi, birisi öğretecek ki adam öğrensin, oturduğu yerden... Öte yandan talebe kelimesinin içinde talip olmak, istemek, peşinden koşmak gibi çok daha etkin bir anlam var. Öğrenmek istemeyen, ilgisi olmayan bir öğrenciye birşey öğretebilmiş (kalıcı ve sürekliliği olacak bir şekilde) bir öğretmen varsa bildiğiniz lütfen söyleyin :)

Sabah sabah vermiş olduğum geçici rahatsızlık için özür diler kenara çekilirim (sanırım yeni proje lazım bana :lol:).

:saygilar:

Bu yazıyı ve sonrasındakileri 11'inci sınıfa giden oğluma okuttum.
Hepinize çok teşekkür ederim. Hem kendi adıma, hem de oğlum adına!
 
Her temel mühendislikten biraz biraz bilecek, disiplinler arası bir köprü olacak, "yönetici mühendisler" yetiştirecekti. Ortak dersleri vardı, biraz mekanik, biraz elektrik, biraz işletme vs vs...
Bu branş beni hepten aşar Rasimcim. :laugh: Şahsen okumuş olduğum inşaat mühendisliği müfredatına karşı çıkan biriyim. :)

Öğrencilik dönemimde sürekli sınıf arkadaşlarıma takılırdım " Arkadaşım sen bu 4 sene bittiğinde bir halk kahramanısın :eek: yolda yaparsın, binada yaparsın, barajda yaparsın, demiryoluda yaparsın, limanda yaparsın eminim daha adını bilmediğim bir sürü şey daha yaparsın. :) Süpermen gibi birşeysin yani, pelerinle çıkman lazım sokağa. ;D Hareketlerine dikkat et biraz , adam ol... " diye. :lol: :lollol:

Bana göre bu saydıklarımın herbiri başlı başına ayrı bir branş olmalıdır ama gel görki inşaat mühendisi denilen insan ötesi canlı maşallah hepsini pekte güzel öğreniveriyor(muş) 4 senede. :laugh:

Sen şimdi bana diyorsunki " O da birşey mi; ben 4 senede öyle bir mühendis yetiştiriyorumki hem makinacı, hem elektrikçi, hem inşaatçı, hem çevreci hem işletmeci, hem....... " (Little litle in the middle.......) :rolleyes:

Ahaa işte yine benim devreler yandı. :lollol:
 
Son düzenleme:
Bir endüstri mühendisi olarak öncelikle "durun vurmayın" diyerek lafa gireyim :lol:

Türker abi aslında endüstri müh. bizim memleketteki mühendislik programlarının hiçbirinden daha genel değil. Malesef dediğin gibi bütün mühendislik programlarımız çok fazla genel. Makina, elektrik-elektronik, uçak hep adından da belli olduğu üzere çok genel olan mühendislik programları. Çok daha alana spesifik ve uzmanlık sağlayan mühendislik programları olması gerekiyor bence de.
 
Bilgi üretiminin eksponansiyel bir şekilde hızlandığını ve bilgiye erişimin kolaylaştığını düşününce aslında bir insan kapasitesinin bu kadar genel bir alanda derinlemesine güncel bilgiye sahip olmasının mümkün olamayacağını görürüz. 21.yüzyılda her şeyden azıcık azıcık anlayan değil, genel bilgisi olsa da belirli bir alanda derinlemesine bilgi ve deneyim kazanan insanlar makbul.
Biz tıpta bunu bir ölçüde başardık. Örneğin genel cerrah oluyorsun altı yılın üstüne beş yıl daha ihtisas yaparak. Ama teorik olarak genel cerrahinin alanına giren her ameliyatı yapma yetkin olmasına rağmen, apandisit, safra kesesi, fıtık, hemoroid yapıyorsun sadece. Tabii eğer kendini bilme seviyesine ulaşabilmişsen.
Daha fazlasını istiyorsan mutlaka en az iki seneni (ve artı iki zorunlu hizmet yılını) ayırarak bir üst ihtisas yapıyorsun. O zaman da kalın bağırsak kanseri ile uğraşıyorsan meme kanserine bakmıyorsun. Tiroid ile uğraşıyorsan safra kesesine bakmıyorsun. Bunu önceki nesil cerrahlara anlatamadık çünkü onlar yarı tanrılar olarak herhangi bir konuda "hayır ben bunu yapmıyorum" demeyi kendilerine asla yediremiyorlardı. Ama çok şükür ki benim neslimde bu azaldı, yeni nesilde ise neredeyse tamamen yok oldu.
Çok çarpıcı bir örnek... Kalın bağırsağın en son bölümü olan rektumun kanserinde ameliyattan sonra yerel tekrarlama olasılığı % 40 - 50 arasındaydı eski nesil her bir şeyden anladığını zanneden adamların zamanında. Bugün % 3 - 5 gibi rakamlardan söz ediyoruz. Ama bu % 3 - 5 gibi sonuçları elde edebilen cerrahların hiçbirisi meme ameliyatı ya da tiroid ameliyatı yapmıyor, sadece kalın bağırsakla uğraşıyor. Eski kafada devam edenlerin sonuçları değişmedi. Hala felaket...